16 Kasım 2013 Cumartesi



Yeni başlayanlar için kaos teorisi


Yaratıcı bir güce sahip olmadığımı zannediyorum, fakat sanırım bunun aksine, güçlü bir yok etme yetisine sahibim. Hani kuramcılara göre, bir maddenin uzayda kaybolmasının mümkün olmayışı gibi, ortaya koydukları ahmakça bir sonuç vardır ya hani, inanmayın!
Herkes şuurunu gözbebeklerinde taşısa, dünyada acı diye bir şey kalmaz. İnsanlar gelip geçer, öylece, birer belediye otobüsü gibi. “Bir çeşit boşlukta salınım hikayesi”nin baş kahramanı olabilmek için hangi cast ajansına baş vurmalıyım?
“Kalabalıkların arasında yalnızlık” söz öbeğini bin beş yüzüncü defa kullanan bir yazıcı olmak istemem ama, az önce iş çıkışı, arabadan inip son gücümle, kentin en kalabalık caddesinin orta yerinde bağırmak istedim: “Nerdesiniz?”

Bu dünya geçersiz bir işlem yürüttü, kapatılacak.

Sevdiğim bütün insanları birer birer toprağa gönderiyorum. Gidip mezar başlarında dua edemeyecek kadar inançsızım.
Bir “Hayatımdaki güzel ölüler” güncesi tutsam, “Geriye kalanlar” isimli çalışmam, ancak ince bir broşür olur…
Bir gün, nenemin Ağustos kokulu divanının öbür ucunda oturmuştum, bütün torunları tarafından ilaç niyetine verilen –Onun Glukofen zannettiği- günlük “Bonibon”unu ağzına attı, şöyle dedi:
“Hey hat! Bu yaşta, ancak insanın ilaçları renklidir oğlum, gözleri değil…”

Mevzubahis delirmek olunca gerisi teferruattır.

Buna tıp dilinde "desantrasyon" deniyor. Ruhsal dağılmışlık, renk skalasında fluluk, odaktan uzaklaşma...
Çocukken, bizim sokağın en ünlü bakkalının karşısındaki turuncu apartmanda oturuyorduk. Mahallenin uzak yollardan gelen bir delisi vardı. Bütün balkon anılarımda yer etmiştir. Her gün, belirli bir saatte dükkanın önüne gelip, manav tentesini tutarak halay çeken bir adam düşleyin! Hiç unutmam, tenteyi bir mendil gibi sallar, ayak ritimlerini hiç bozmazdı.
Delilik, her şeyi büyük düşlemektir. Böyledir.


Teyzengilin ordaki tavukçu, sana bunları verebilir mi ha?
Herkese öyle gelir. Herkes yaşadığını en güzel ya da en kötü zanneder. İnsanlar dediğin şey, yalnızca kendilerini düşünen, kibirleri ağızlarından taşan garip mahluklar bütünüdür, hepsi bu.
İnsanlar birbirine sorar;
“Ben sana içimi açacağım ama, sen de açacak mısın göreyim?”
“Benim acım işte bu, senin acın da bu kadar büyük mü söylesene!”
Çocukken bir oda dolusu oyuncağım vardı, ne yalan söyleyeyim. Eve gelen çocukların, evlerine dönerken üstlerini arama isteği duyan tek çocuk travmaları da yaşadım çoğunlukla ve aradım hepsinin bütün ceplerini.
Bir insan ancak o yaştayken bu kadar bencil olmalı, ve ancak çocukken böyle sorular sormalı belki:
“Ben sana oyuncaklarımı oynatacağım ama, bakayım senin de var mı?”

Aşk iki kişiliktir Hüseyin, çık aradan!

Bize hep ders kitaplarında “Almanya yenilirse, Türkiye’de yenilir…” diye öğretildi bütün evrensel literatür.
Düğmelerini yanlış ilikleyen, apartman komşumuz, eprimiş fıstık yeşili takım elbiseli tarih öğretmeni bir gün, derste anlatıyordu. Bütün yenilgiler birer destan, bütün cinayetler, hamasi birer hikayeydi.
Lise diplomasını aldıktan ve alnımda bilgilerden bir çelenk haline dönüştükten sonra, hayat beni saçma sapan imtihanlarla sınadı ve silah zoruyla her şeyi teyit ettirdi.
Bir başkasıyla asla savaşa katılmayacaktın, kendi kendine yenilip, kendi kendine delirecektin, bu böyleydi.
Seni, bir seri katil olmaktan alıkoyan nedir bilmiyorum fakat, ben daha büyük düşünüyorum:
“Bir gün Dünya’yı ateşe vereceğim ama, size ayıp olur diye korkuyorum…”

Zincirleme trafik kazası


Her sevgili, ancak bir öncekinden kalan enkazı devralan, beceriksiz birer inşaat şirketi olabilir. Ve her yıkıntı, yeni bir bina kurmak için, el değmemiş düz bir araziden daha çok zahmet gerektirir. Bu böyledir.
Her yeni sevi, zamanında yetiştirilmesi imkansız, yeni bir kat gibidir. Normal şartlar altında, normal yollarla, bir harcın kuruması, ve yeni bir çivi çakmak için uygun anın hazır bulunması uzun zaman alabilir, biliyorsunuz.
“Eğer; şeytanla iş birliği yapamıyorsanız, hiçbir ihaleye girmeyin!”

Bunu film yapıcan aslında muhtar!

Bir gün; hayatımın içine girmiş çıkmış bütün insanlarla, bir başka kent meydanına nazır herhangi bir merdivende karşılaşma isteğiyle dolup taşıyor içim.
Bir gün; eski bir arkadaşımla Kurtuluş Parkı’nda karşılaşmıştık. Misvak kokulu ağzından, kırmızı kurdeleli zamanlardan kalma, saçma sapan birkaç cümle dışında hiçbir şey duymadım. Ersen ve Dadaşlar’dan sohbet açmış olmamız da, yeterince anlamsızdı.
“Senden sonra bir sürü şey oldu…” diyemiyorsan birine, neye yarar ki bir insanın varlığı?

Kısık ateşte bir ömür, benimle haşlanır mısın sevgilim?

Delik deşik edilmiş pankartlara benzer, insanların yüzleri. Bilirsin sayın okuyucu, bu ülkede bütün duvarlarda pankartlar yırtılır, bulmacalardaki adamlara saç-sakal çizilir, kadınlara dökük diş.
Yine bir gün, böylesi bir Nisan akşamı, EskiYeni’nin eski yerinde; şimdiki eski, o zamanki yeni sevgilimle biramızı yudumluyorduk. Fonda Ezginin Günlüğü’nün “Ayrılıkta söylenmiş bir yaz türküsü” çalıyordu. Aslında daha çok bilinç altıma “Bu programda sanal reklam uygulaması yapılmaktadır!” cümlesini zerk ettiğini, o yaz anladım…
“Her sevgili, bir öncekinin enkazını devralır” gibi bir cümle kurmuştum biliyorsun.
Çok sonradan bir gün, yani epey sonraki bir Eylül akşamüstü, Konak Meydanı’ndaki saatin dibinde, önümüzde herhangi bir “Yaz” tehlikesi bulunmadığından, şimdiki eski, o zamanki yeni sevgilimle, önümüzdeki koca bir poşet dolusu midye korosuyla birlikte, hep bir ağızdan söylüyorduk, ve Afşar Timuçin’in kulakları çınlıyordu.
Herkes kendi kaderini kendi mi yazıp yaşıyordu bilmiyorum ama, bir sonraki yaz, kendi kendime, geçen zaman dilimlerine küfrederken buldum kendimi. Kış geçti mi sahiden?
“Bütün şarkılar söylenmiş / haydi ölelim...”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder